
Bulunduğu kabın şekline sığan kalıplar dar geliyor dostum!
Selamlar güzel insanlar! Nasılsınız? İyi, hatta çok çok iyi olduğunuzu düşünmek istiyorum ben. Pozitif duygularla, olumlu düşüncelerle, güçlü perspektiflerle her saniyemizin tadını çıkarmak gerekli. Hayatımız çok kıymetli çünkü. Bizden başka bir biz yok, ikinci kez dünyaya merhaba demek gibi bir şansımız yok, bebeklik dönemine geri dönmek gibi bir doğaüstü gücümüz de yok…. Hayatımızın çoğu tarafı aslında değiştiremeyeceğimiz oluşumlardan meydana gelmiyor mu sizce de?
5 harften fazlası: Kadın!
Yaşadığımız dünya içerisinde size en çok ne zor geliyor? Çok fazla şey zor ama bir seçim yapmak isteseniz ilk sıraya ne koymayı tercih edersiniz? Benim aklıma ilk olarak savunmasız olmak geliyor. Bununla birlikte çaresiz olmak, çocuk olmak, doğada masum kalmaya çalışmak, doğanın kendisi olmak, hayvanların ya da bitkilerin yerinde olmak, dürüst olmak, iyi kalpli olmak, vb… Ne kadar çok zorluk var değil mi? Ama bir şey daha var aşırı zor olan. KADIN OLMAK….. Sadece ülkemizde değil dünyanın herhangi bir yerinde de aşırı zor olan bir durum bu. Hep savunmasız, zavallı, çaresiz, korunmaya muhtaç, yaşamsal varlığının sadece birilerinin varlığıyla mümkün olabileceği düşünülen, her daim yargılanan, her hareketi, her davranışı göz hapsinde tutulan, üzerinde sürekli baskı kurulan,….. Ne kadar fazla değil mi kadın olarak yaşamaya layık görüldüklerimiz! Bunları yaşamayan kadınlar da var elbette lakin yaşayan kadınların sayısal oranı yaşamayan şanslı azınlıktan çok daha fazla ve gün geçtikçe de artmaya devam ediyor ne yazık ki!
Hümanist sarılma IN, feminist kapışma OUT!
Ben hayatımın hiçbir döneminde, hiçbir yaş dilimimde Feminist bir karakter olmadım. Her zaman eşitliği savunan bir kadın zihniyetine sahip olmak oldu amacım. Hâlâ da öyle. Buradaki mentalitem insan olmayı, bulunduğu kabın şeklini alan kalıplara sığdırmak ya da cinsiyetlere ayırmak değil çünkü. Amacım herkesin yaşanabilir bir dünya zihniyetine sahip insanlara dönüşmesi. İnsanları kadın ya da erkek olarak ayırırsak zaten baştan kaybetmiş oluruz. Kadınlar ve erkekler doğuştan farklı canlılardır çünkü. Ancak asıl konu dünyaya geldikten sonra başlıyor. Bizi gerçek noktada farklılaştıran değerlerin başında yetiştirilme tarzımız geliyor. Dünyaya geldiğimiz aile ve onlar vasıtasıyla bize yerleştirilen değerler kişiliğimizin ve karakterimizin oluşmasında ilk önemli temelleri atıyor. Ardından dahil olduğumuz sosyal çevremiz ve diğer seçenekler geliyor. Böylelikle sıfırdan henüz ayrımcılığın ne demek olduğunu bilmeyen zihinlerimize ayrımcılık sinsice yerleştirilmiş oluyor. Yazımızın başında değiştiremeyeceğimiz unsurlardan bahsetmiştim ya…. İşte ailelerimiz de onlardan biri ne yazık ki.
“Tırnak içine alınmış kalıplar”
Peki tüm bunlara neden değindik? Bunları neden konuşuyoruz? Kadınların üzerindeki baskının altını neden ısrarla çiziyoruz? Ben bugün bu olaya biraz farklı bakacağım. Daha doğrusu herkesin bildiğini farklı yorumlamak istiyorum. Kadın olmayı bir de ben ele almak istiyorum. Şimdi konumuzu şöyle şekillendirelim. Kadınların üzerindeki baskılar çok fazla. Bizi kadın yaptığı düşünülen çok fazla değer var ya başkalarına göre hani. İşte o kalıpları oluşturan ve şekillendiren nosyonların başında çok sevdiğimiz kitle iletişim araçları geliyor sevgili dostlar! Televizyonda gördüğümüz “kadın olmayı” tanımlayan diziler, filmler, video klipler, sosyal medyada yer alan oluşumlar vb….
Kimler izledi?: Ugly Betty!
Hangi birine değinebiliriz ki? Diyebilirsiniz. Evet doğru, haklısınız. Vaktimiz kısıtlı olabilir ama anlaşılabilir örneklerle bu vakti çoğaltabiliriz. Kimler hatırlıyor? Yurt dışında bir dizi vardı “Ugly Betty”, (Çirkin Betty),adıyla yayınlanan hatta yanlış hatırlamıyorsam Türkiye’de de benzer bir uyarlama yapılmıştı 2000’li yıllarda. Diziyi kısaca hatırlayacak olursak, büyük bir şirkette yönetici asistanı unvanıyla çalışan Betty dış görünüşü ile şirkette çalışan neredeyse tüm kadınlardan oldukça farklıdır. Ne çok uzun ne çok zayıf, diş telleri kullanan, kaşlarını almayan, “çekici” ya da “seksi” diyebileceğimiz gösterişli kıyafetleri tercih etmeyen, makyaj yapmayan, gayet doğal bir kızdır. Patronuna âşık olur ama onun sevgilisi vardır ve “çok güzeldir”.Betty ile kıyaslandığında oldukça farklı bir dış görünüşe sahiptir. Peki sonra ne olur? Yaşanan çeşitli aşağılayıcı vb… unsurlar yüzünden üzüntü yaşayan Betty, dış görünüşünü değiştirir ve eski halinden eser kalmaz. Artık o da “güzel kadın” olarak tabir edilen grubun bir parçası olmuştur. Herkes peşinden koşar, iltifatlar yağdırır,….
Şeytan gerçekten de marka giyer mi?
Hatırlayalım! Bir başka örnek de sektörün ikonik isimlerini bir araya getiren ve çok severek izlediğimiz “The Devil Wears Prada”, (Şeytan Marka Giyer),filminden. Filmde Anne Hathaway “AndreaSachs” isminde, çok lüks bir moda dergisinin baş editörünün ikinci asistanı olarak işe alınmıştır. Çok akıllı, inovatif, kreatif, zeki, iyi eğitimli bir kızdır. Ancak çalıştığı yer itibariyle dış görünüşü sıkıntı yaratmaktadır. Etrafındaki herkes moda dergilerinden fırlamış gibi görünürken, Andrea gayet sıradan giyinen, makyaj yapmayan bir kızdır. Lakin etrafındaki güzellik baskıları sebebiyle dış görünüşünü değiştirir ve bambaşka birine dönüşür. Herkesin, hatta derginin baş editörünün dahi ilgisini dış görünüşüyle çeker ve övgüler almaya başlar….
Ayna ayna! Söyle bana!
Peki tüm bunları bir araya getirdiğimizde sonuç nedir? Kadınların üzerindeki güzellik baskısı! Eğer bir kadın olarak makyaj yapıyor, güzel giyiniyor, bakım ürünleri kullanıyor, saçlarınızı fönlüyor, vb… ilgi duyup bunları görselliğinize yansıtıyorsanız, HARİKA! Siz “güzel bir kadınsınız”. Fakat gayet temiz ve bakımlı ancak yukarıdaki sıralamalardan bağımsız hareket ediyorsanız ne yazık ki siz “güzel olmayan bir kadınsınız”. Şimdi hiç kimse buna itiraz etmesin. Çünkü durum bundan ibaret. Bizim güzellik algımıza göre; makyaj yapmak, sükseli giyinmek, moda dergilerini hayatımıza taşımak güzelliğin temelini inşa ediyor. Bir kadını sadece temiz ve bakımlı, olduğu haliyle kabul etmek oldukça zor geliyor. Bu sebeple çoğu kadın bu baskıya boyun eğerek, değişmeye ve kendileri olmaktan vazgeçmeye başlıyorlar. Bir kadın nasıl olmak istiyorsa, kendini nasıl seviyor ve beğeniyorsa öyle olmalı. Temiz ve bakımlı olmak ile zihinlerdeki “güzel olmak” algısı arasında inanın hiçbir bağlantı yok. Bir kadın oldukça sade, doğal ve süksesiz de olabilmeli… Görsel olarak çekici, seksi, sükseli, elegan da…. Ama her iki durumda da sorulacak soru aynı: Kimi ne ilgilendirir? Bu benim hayatım! Nasıl görüneceğime ben karar veririm!
Adriana Lima mı? Miranda Kerr mi?
Bugüne kadar, yukarıda verdiğimiz örnekler de dahil hiçbir dizi ve filmde kadınları değişime mecbur bırakmayan, onların oldukları halleriyle sevilip, sayıldıkları, olmak istedikleri dış görünüşleriyle kabul edildiği bir senaryo görmedim ne yazık ki. Güzellik, insanın sahip olduğu algıda başlayarak şekillenir. Ama bizler hep belirli kalıplara sıkıştırılarak bir hayat yaşamak zorunda olan kadınların resmedildiği, mutsuz kadınların var olduğu nezaketsiz bir dünyada yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Bu durumun, biz kadınlar üzerindeki baskısı tartışmaya açık bile değil. Bu nezaketsiz duruma bir de sosyal medyada var olan prototip kadın formu eklenince artık yaş grubu fark etmeksizin herkes birbirine benzeyen, mutsuz, tek tip bireyler haline geldi. Bununla birlikte depresyon, anksiyete ve mutsuz insan oranı hem arttı hem de yaş gurubu olarak çok aşağılara düşmeye başladı. Üzerinde psikolojik baskı kurulan ve bu sebeple oldukça mutsuz olan, “neden saçlarım uzun ya da kıvırcık değil, neden boyum kısa, neden gözlerim mavi değil, neden kilolarım var, neden burnum hokka gibi değil, neden dudaklarım ince, neden Adriana Lima gibi dünyaya gelmedim, neden Miranda Kerr gibi arzulanan bir kadın olamıyorum”……. gibi söylemlerle hayatını geçiren çoğu mutsuz kadının varlığına şimdi ergenlik dönemindeki küçücük kız çocukları da eklendi ne yazık ki ve daha küçücük yaşlarında kendilerini oldukları bedende, oldukları gibi sevmeyi öğrenmek yerine, kendilerine değer verip, kendilerini çok sevmek yerine, başkalarının onları sevmek istediği, başkalarının onlara değer vereceği, başkalarının onları görmek istediği kalıplar üzerinden bu gereksiz üzüntüleri yaşamayı öğreniyorlar.
Hanımlar ekran başına!
Ne kadar üzücü hatta yorucu değil mi? Başkalarının kalıplarının şeklini alarak yaşamak. Zamanla benlik duygusunu kaybetmek. Ardından kendini bulmaya çalışmakla vakit harcamak. En güzel yılları, başkaları için heba etmek. Başkalarının gözleriyle bize bakılan yansımayı her aynaya bakışımızda kendimize hatırlatmak. Hanımlar! En güzel haliniz içinizdeki değil, zihninizde yaşattığınız sizsiniz. Zihniyetinizle şekil verdiğiniz siz, kendinizi en konforlu hissettiğiniz haliniz olmalı. Kimse bizim konforumuzu düşünmek için kendini yormaz, vakit kaybetmez, enerjisini harcamaz. Tükenmiş bir biz bırakır geride ve yoluna devam eder enerjik bir şekilde. Biz kadınlar, başkalarının enerji akımıyla çalışan bir varlık değiliz. Kendi kendimizi kendimiz şarj eder, enerjimizi zihnimizin en çıplak noktasından alırız. Lütfen bunu hep hatırlayalım ve hatırlatalım!
İdol kadın: Coco Chanel!
Ben Melda Özen. Sizlerle toplumsal bir konuyu paylaşmak ve benim içimde yara olan bu konuyu konuşarak dertleşmek istedim. Bugünkü yazım sadece hemcinslerim için değil, lütfen erkekler de okusunlar itina ile. Ve hem güzellik algılarını yeniden şekillendirsinler, hem de eğer erkek çocukları varsa kadınları değiştirmeye çalışmayan, kız çocukları varsa kendisine ve öz-benliğine saygı duyan çocuklar yetiştirsinler. Beyler! Hayatınızdaki kadınları öz-benliklerine saygı duyarak sevin, kafanızdaki kalıplaşmış prototipler üzerinden sevmeyin onları. Her kadın bir Adriana Lima olamaz ve olmak zorunda da değil. Asıl üzücü olan her kadının katalog çekiminden fırlamış gibi gözükmemesi değil, maalesef çoğu sizlerden kaynaklanan ucu açık baskılar yüzünden çoğu kadının kendileri olabilecekken olamaması. Bu sebeple sevgili hemcinslerim; hayattaki partneriniz önce kendiniz olmak olsun. Zaten zihniniz size öz-benliğinizi sevmeyi öğretecek. Ne demiş Coco Chanel,“Kendin Olmayı Başardığın An Güzelleşirsin”, bunun yolu da kendimizi olduğumuz gibi sevmekten ve kabullenmekten geçiyor.
Sözlerimi, Will Smith’in çok sevdiğim “Umudunu Kaybetme” filminde canlandırdığı karakterinin, benim çok hoşuma giden bir söylemi ile noktalamak istiyorum, “Kaybettiğim Her Şeyin Sonunda Kendimi Kazandım, İşte Bu Her Şeye Değer”.
Tek gerçek sizsiniz. Amacınız hep önce kendiniz olmak, günün sonunda da kendinizi kazanmak olsun. Yazın bana konuyla ilgili olur mu? ([email protected])
Sevgiler…